e-ISSN 1309-2545      ISSN 1301-062X
TR    ENG
 

Download Current Issue.

Volume : 28 Issue : 4 Year : 2022

Current Issue Archive Popular Articles Ahead of Print Submit Your Article Login Copyright Transfer Form
Turkish Journal of Neurology Indexed By
  Turk J Neurol: 16 (2)
Volume: 16  Issue: 2 - 2010
Hide Abstracts | << Back
1.Cover

Pages I - VIII

REVIEWS
2.Lumbar Spinal Stenosis and Intermittent Neurogenic Claudication
Cumhur Ertekin, Yaprak Seçil
Pages 59 - 71
Lomber dar kanal ve intermittan nörojenik klodikasyon, 55 yaşından sonra sık görülen ve 65 yaşından sonra klinik, radyolojik ve tedavi yönleriyle oldukça kompleks hale gelen bir hastalıktır. Bu derlemede dejeneratif osteoartrite bağlı akkiz dar kanal ele alınmıştır. Hastalıkta, bel ve bacak ağrıları, bacaklarda paresteziler sık görülmekle beraber esas hastalığı karakterize eden durum, ayakta durma ve yürüme ile bu bulguların ortaya çıkması ya da artış göstermesidir (intermittan nörojenik klodikasyon). Radyolojik görünüm tipik bir lomber dar kanal göstermesine karşın olguların 1/4 ve 1/5’inde hiçbir yakınma olmayabilir. Tanıya yardımcı olmak bakımından klinik nörofizyolojik testler hem istirahat hem de hasta aktif halde iken uygulanmıştır. Devinimi izledikten sonra elektrofizyolojik belirtilerin bazılarında bozulmalar saptanmıştır. En yararlı görülen yöntemler paravertebral ve bacak kaslarında elektromiyografide denervasyon bulguları saptanması ve H-refleks anormallikleri ile yeni radiküler uyarım teknikleriyle elde edilen bulgulardır. Elektrofizyolojik bulgular kliniğe daha uyumlu bulunmuştur. Hastaların yaşam kalitesini bozan ve konservatif tedaviden yarar görmeyen hastalarda çeşitli lomber cerrahi girişim uygulamaları söz konusudur.
Lumbar spinal stenosis and intermittent neurogenic claudication is a disease that occurs frequently after the age of 55 and becomes complicated after the age of 65 in clinical, radiological and therapeutic aspects. In this review, acquired spinal stenosis secondary to degenerative osteoarthritis is evaluated. In this disease, lumbar and extremity pain and paresthesia are frequent; however, the most characteristic feature of the disease is the occurrence and worsening of these findings with erect posture and walking (intermittent neurogenic claudication). Even though the radiological findings of spinal stenosis are apparent, 1/4-1/5 of the patients may be asymptomatic. In order to support the clinical findings, neurophysiological tests have been used at rest and motion. Certain electrophysiological signs have been found to change after motion. The most helpful signs are the denervation of paravertebral and leg muscles, H-reflex abnormalities, and the findings obtained with the recently used radicular excitation methods. Electrophysiological methods have been found to be more compatible with the clinical findings. Lumbar surgical approach is considered in patients with impaired life quality and in those unresponsive to conservative treatment.

ORIGINAL ARTICLES
3.The Effect of Walking Distance on EDSS Score in Patients with Multiple Sclerosis
Kadriye Balcı Tombak, Kadriye Armutlu, Rana Karabudak
Pages 72 - 77
AMAÇ: Çalışmanın amacı; farklı “Expanded Disability Status Scale (EDSS)” puanlarına sahip multipl sklerozlu (MS) olguların tahmin ettikleri yürüme mesafesi ile gerçek yürüme mesafelerini karşılaştırarak bu testi kullananlar için dikkat edilmesi gereken EDSS puan aralığını saptamaya çalışmak, ayrıca yorgunluğun tahmini ve gerçek yürüme mesafesine olan etkilerini araştırmaktır.
YÖNTEMLER: Çalışmaya 30 MS hastası, yaş ve cinsiyet yönünden benzer 20 sağlıklı gönüllü alınmıştır. MS’li olgular EDSS puanlarına göre iki gruba ayrılmıştır. Yorgunluk “Fatigue Severity Scale” kullanılarak, motor yorgunluk ise 200 metrelik yürüyüş testi ile ölçülmüştür. Kaslardaki tonus artışı “Modified Ashwort Scale” ile değerlendirilmiştir. Birinci grup MS hastaları ve sağlıklı kontrol grubundaki olgulara altı dakikada dinlenmeden yürüyebilecekleri mesafe sorulmuş ve kaydedilmiş, ardından süre tutularak altı dakika boyunca yürüdükleri mesafe ölçülmüştür. İkinci grup MS hastalarına dinlenmeden yürüyebilecekleri mesafe sorulmuş ve kaydedilmiş, ardından yürüyebildikleri gerçek mesafe hasta yürütülerek ölçülmüştür.
BULGULAR: “Fatigue Severity Scale” değerleri yönünden iki MS grubunun yorgunluk şiddetlerinin birbirinden farklı olduğu görülmektedir (p< 0.05). İkinci MS grubunun yorgunluk şiddeti birinci gruptan daha fazladır. Grupların yürüyüş yorgunluk indeks değerleri farklı olup (p< 0.05), bu değerin en yüksek olduğu olguların ikinci MS grubunda yer aldığı görülmüştür. Spastisite her iki kas için de ikinci grup MS olgularında birinci gruba göre anlamlı derecede yüksektir (p< 0.05). Birinci MS ve kontrol grubunun tahmin ettikleri ve yürüdükleri gerçek mesafe arasında istatistiksel olarak fark bulunmazken (p> 0.05), ikinci MS grubunun tahmin ettikleri ile yürüdükleri gerçek mesafeler farklıdır (p< 0.05). “Fatigue Severity Scale” puanlarıyla birinci MS grubunun tahmin ettikleri yürüme mesafesi arasında ters ilişki mevcuttur (p< 0.05). Motor yorgunluk puanları ile sadece ikinci MS grubu olgularının yürüdükleri gerçek mesafeler arasında ters yönlü bir ilişki saptanmıştır (p< 0.05).
SONUÇ: Özür düzeyi düşük hastalarda EDSS kullanımı daha güvenilirdir. Sorun en yoğun şekilde EDSS puanı 4-5 arasında olan hastalarda görülmektedir. Ayrıca, bu olgularda yürüme mesafesi ile motor yorgunluk arasında önemli ilişki vardır. Motor yorgunluk için spastisite önemli bir belirteçtir.
OBJECTIVE: This study aimed first to identify the range of the Expanded Disability Status Scale (EDSS) score by comparing the actual walking distance and the estimated walking distance of multiple sclerosis (MS) patients, and second, to investigate the effect of fatigue on walking distance.
METHODS: Thirty MS patients and 20 age -and gender- matched healthy volunteers were included in the study. MS patients were divided into two groups according to the EDSS score. Fatigue was measured using the Fatigue Severity Scale (FSS) and motor fatigue was measured using the 200 meter walking test. The increase in muscle tone was evaluated by Modified Ashworth Scale. The first group of MS patients and healthy control group patients were asked to estimate the distance they can walk without rest within six minutes. Then, their actual walking distance was measured for six minutes. The second group of MS patients was asked to estimate their most probable walking distance without rest; then, the actual walking distance of the patients was measured.
RESULTS: In terms of FSS values, fatigue severity was different in the two MS groups (p< 0.05). The fatigue severity of the second MS group was higher than of the first group. Walking fatigue index values were also different (p< 0.05), and the higher value was seen in the second MS group. The second group of MS patients had significantly higher spasticity for both muscles compared to the first group (p< 0.05). While estimated and actual walking distance was not found significantly different in the first MS group and control group (p> 0.05), the second MS group’s estimated and actual walking distances were significantly different (p< 0.05). A negative correlation was found between FSS scores and estimated walking distance in the second MS group (p< 0.05). A negative correlation was present between motor fatigue and actual walking distance only in the second MS group (p< 0.05).
CONCLUSION: EDSS evaluation is more reliable in patients with low level disability. The accuracy issues arise in patients with EDSS scores of 4-5. Additionally, there is an important correlation between motor fatigue and walking distance in these patients. For motor fatigue, spasticity is an important determinant.

4.Primary and Secondary Intracranial Hypotension: Clinical, MRI and Radioisotope Cisternography Findings
Naime Altınkaya, Tülin Yıldırım, Deniz Yerdelen, Başak Karakurum, Ali Fuat Yapar, Özlem Alkan
Pages 78 - 85
AMAÇ: Çalışmamızda intrakraniyal hipotansiyonda manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ve radyoizotop sisternografi bulguları, klinik izlem ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEMLER: Merkezimizde intrakraniyal hipotansiyon tanısı konulan 15 hasta geriye dönük olarak değerlendirildi. Olgulara ait beyin omurilik sıvısı (BOS) açılış basıncı ve BOS analizi sonuçları, beyin ve spinal MRG ve radyoizotop sisternografi bulguları incelendi, klinik izlem ve tedavi sonuçları tartışıldı.
BULGULAR: Yaş ortalaması 37 olan 15 olgunun (11’i kadın, 4’ü erkek) 11’inde primer (spontan), dördünde sekonder intrakraniyal hipotansiyon saptandı. Olguların 14 (%93.3)’ünde postüral baş ağrısı izlendi. Bir (%6.6) olguda baş ağrısının postüral özelliği yoktu. Baş ağrısına ek olarak olguların 5 (%33.3)’inde bulantı-kusma, 1 (%6.6) olguda çift görme, 1 (%6.6) olguda boyun ağrısı, 1 (%6.6) olguda baş dönmesi mevcuttu. Beyin MRG’de 12 (%85.7) olguda dural kalınlaşma, 5 (%35.7) olguda hipofiz bezinde genişleme, 3 (%21.4) olguda beyinde aşağıya doğru yer değiştirme, 2 (%14.2) olguda subdural hematom, 2 (%14.2) olguda subdural efüzyon saptandı. Spinal MRG altı olgunun 5 (%83.3)’inde normaldi, 1 (%16.6)’inde meningeal kalınlaşma bulundu. Radyoizotop sisternografide dokuz olgunun 8 (%88.8)’inde BOS kaçağı saptandı. Lomber ponksiyonda BOS açılış basıncı dokuz olgunun 8 (%88.8)’inde ≤ 60 mmH2O bulundu. BOS proteini 3 (%33.3) olguda yüksek bulundu. Konservatif tedavi ile 8 (%53.3) olguda tam klinik düzelme sağlandı. Konservatif tedavi ile düzelmeyen 7 (%46.6) olguya kan yaması uygulandı ve bunlardan altısında tam klinik düzelme sağlandı.
SONUÇ: Postüral baş ağrısı, BOS açılış basıncının düşüklüğü ve karakteristik MRG bulguları intrakraniyal hipotansiyon tanısı için önemli kriterlerdir. Radyoizotop sisternografi BOS kaçağının saptanmasında faydalıdır. Konservatif tedavi ile düzelmeyen olgularda otolog kan yaması uygulanmalıdır.
OBJECTIVE: It was aimed to evaluate the clinical features, magnetic resonance imaging (MRI) and radioisotope cisternography findings and results of the treatment in intracranial hypotension.
METHODS: Fifteen patients diagnosed with intracranial hypotension were evaluated retrospectively. The opening pressure and analysis of cerebrospinal fluid (CSF), cerebral and spinal MRI and radioisotope cisternography findings, clinical features, and results of the treatment are discussed.
RESULTS: The mean age of 15 patients, 11 women and 4 men, was 37 years. Eleven patients had spontaneous (primary) and 4 had secondary intracranial hypotension. Fourteen (93.3%) patients had orthostatic headache, and 1 (6.6%) patient’s headache did not have a postural feature. In addition to the headache, 5 (33.3%) patients had nausea and vomiting, 1 patient had diplopia, 1 had neck pain, and 1 had vertigo. Cerebral MRI revealed dural thickening in 12 (85.7%) patients, enlarged hypophysis in 5 (35.7%) patients, brain sagging in 3 (21.4%) patients, subdural hematoma in 2 (14.2%) patients, and subdural effusion in 2 (14.2%) patients. Spinal MRI was normal in 5 (83.3%) of 6 patients, and it showed meningeal thickening in 1 (16.6%). Radioisotope cisternography revealed CSF leak in 8 (88.8%) of 9 patients. CSF opening pressure was ≤ 60 mmH2O in 8 (88.8%) of 9 patients. CSF protein was increased in 3 patients. Complete improvement was obtained with conservative treatment in 8 (53.3%) patients. Seven (46.6%) patients who did not improve with conservative treatment were administered epidural blood patching, and 6 of these 7 patients improved completely.
CONCLUSION: Orthostatic headache, low CSF opening pressure and characteristic MRI findings are essential criteria for diagnosis of intracranial hypotension. Radioisotope cisternography is useful to detect CSF leak. In patients who do not improve with conservative treatment, autologous blood patch should be applied.

5.Epworth Sleepiness Scale and Polysomnographic Evaluation of Dysthymic Women with Chronic Insomnia
Aylin Bican, Ozan Vahap Kotan, İbrahim Bora, Cengiz Akkaya, Ender Çarkungöz, Selçuk Kırlı
Pages 86 - 94
AMAÇ: Distimi hastalarında uyku bozuklukları, genellikle hastalığın bir parçası olarak değerlendirilmekte, tedavi edilebilir farklı sebepleri çoğunlukla atlanmakta ve uyku sorunları distimi hastalarının yaşamlarının bir parçası haline gelmektedir. Çalışmamızda bu amaçla, hastaların psikiyatrik semptomlarını, uyku değerlendirmesini ve eşlik eden bir uyku bozukluğu olup olmadığını gün içi uykululuk testleri ve polisomnografi ile belirlemeyi amaçladık. Çalışmamızda kronik uykusuzluğu olan distimik kadınlara, Epworth uykululuk testi (ESS) ve polisomnografik inceleme yaptık.
YÖNTEMLER: Çalışmamıza Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğinde en az iki yıldır distimi tanısıyla takip edilen ve kronik uykusuzluğu olan 20 kadın hasta ve kontrol grubu olarak 18-65 yaş arası 20 kadın alındı.
BULGULAR: Distimik hasta ve kontrol grubu arasında ESS ve uyku evreleri arasında anlamlı farklılıklar gözlendi. Distimi hastalarında ESS değerinin daha yüksek olduğu, uyku evrelerinden REM, non-REM-1 (evre 1), non-REM-2 (evre 2) daha yüksek oranda, non-REM-3-4 (evre 3-4) daha düşük oranda olduğu görüldü
SONUÇ: Bu çalışma bulguları, distimik hastalarda da yapısal uyku değişikliklerinin olduğunu akla getirmekte olup, uyku değişkenlikleri ve depresif durumlarının arasında hiçbir direkt bağlantı olmadığını göstermektedir.
OBJECTIVE: In patients with dysthymic disorder (DD), sleep problems are assessed as a part of their depressive state, and different treatable conditions, such as other primary sleep disorders, are often skipped. We aimed to determine symptoms related to daytime sleepiness and polysomnographic findings in dysthymic women with chronic insomnia and to find out whether or not there is an accompanying sleep disorder. We suggest that pathologies that can lead to sleep problems in dysthymic patients should be searched, and to this end, application of the Epworth sleepiness scale (ESS) and polysomnography examination should be used much more frequently
METHODS: We included 20 female dysthymic patients with complaints of chronic sleep problems who had been under follow-up at Uludag University Hospital Psychiatry Outpatient Clinic for at least the last two years. Twenty healthy female volunteers, aged 18-65 years, were included in the study as the control group. ESS and polysomnography examination were applied in all patients.
RESULTS: When patients with DD and healthy controls were compared, significant differences in ESS scores and ratios of sleep phases were determined between groups. DD patients had higher ESS scores and higher ratios of rapid eye movements (REM), non-REM-1 (Stage 1), non-REM-2 (Stage 2) phases and lower ratios of slow wave sleep (Stage 3 + Stage 4).
CONCLUSION: The findings of our study suggest that there are structural sleep changes in dysthymic patients, but no direct connection between sleep variables and depressive states is evident.

6.The Evaluation of Coronary Artery Disease in Patients with Silent Cerebral Infarction
Kader Kırkan, Pelin Pınar, Pınar Çe, Reha Bilgin, Muhteşem Gedizlioğlu
Pages 95 - 101
AMAÇ: Koroner arter hastalığı olanlarda sessiz beyin infarktlarının varlığını her yönü ile araştıran birçok çalışma varken, sessiz beyin infarktı olanlarda koroner arter hastalığı ile ilgili çalışma yoktur. Bu nedenle biz geçmişinde inme ya da geçici iskemik atak öyküsü bulunmayan ve kraniyal manyetik rezonans görüntülemede sessiz serebral infarkt saptanan hastalarda noninvaziv yöntemlerle koroner arter hastalığının varlığını araştırmayı amaçladık.
YÖNTEMLER: Hastalara rutin laboratuvar tetkikleri (açlık kan şekeri, üre, kreatinin, total kolesterol, trigliserid, düşük dansiteli lipoprotein, yüksek dansiteli lipoprotein), elektrokardiyografi, karotis Doppler ultrasonografi, ekokardiyografi, treadmill efor testi ve incelemeler sonucunda gerekli olan olgularda miyokard perfüzyon sintigrafisi yapılarak koroner arter hastalığı araştırıldı. Hasta ve kontrol grubu koroner arter hastalığı açısından istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmamıza kraniyal manyetik rezonans görüntülemede sessiz beyin infarktı olan 25’i erkek, 15’i kadın toplam 40 olgu, kontrol grubu olarak sessiz beyin infarktı olmayan 15’i erkek, 10’u kadın toplam 25 gönüllü alındı. Hasta grubunda yaş ortalaması 66.7 kontrol grubunda 63.84 idi. Hasta grubunda 34 (%85) hastada çoğul, 6 (%15) hastada tek sessiz beyin infarktı saptanmıştır. Hasta grubunda yedi hastada koroner arter hastalığı saptanmıştır. Bunların biri kadın, altısı erkektir. Kontrol grubunda koroner arter hastalığı saptanmamıştır (p= 0.03). Hasta grubu ile kontrol grubu arasında hipertansiyon, diabetes mellitus, hiperkolesterolemi, sol ventrikül hipertrofisi, hafif düzeyde karotis arter stenozu ve ailede koroner arter hastalığı açısından anlamlı fark saptanmıştır (sırasıyla p< 0.01; p= 0.007; p= 0.01; p= 0.03; p= 0.02; p= 0.01).
SONUÇ: Çalışmamız sessiz beyin infarktları olan hastalarda koroner kalp hastalığı için önemli bir riskin varlığını ortaya koymaktadır. Başka nedenlerle yapılan görüntüleme çalışmalarında saptanan sessiz infarktlar hastaların kardiyolojik açıdan da değerlendirilmelerini ve tedavi edilmelerini sağlayabileceği için önemlidir.
OBJECTIVE: While there are many records of silent cerebral infarction in patients with coronary artery disease, there is no study about coronary artery disease in patients with silent cerebral infarction. Therefore, we intended to evaluate coronary artery disease in patients without history of stroke or transient ischemic attack but with silent cerebral infarction on cranial magnetic resonance imaging by noninvasive methods.
METHODS: Coronary artery disease was investigated by means of routine laboratory tests (glucose, urea, total cholesterol, low density lipoprotein, high density lipoprotein), electrocardiography, Carotid Doppler ultrasonography, echocardiography, treadmill effort test, and myocardial perfusion scintigraphy when needed. The patient and the control groups were compared for coronary artery disease statistically.
RESULTS: Twenty-five male and 15 female patients with silent cerebral infarction on cranial magnetic resonance imaging and 15 healthy male and 10 healthy female volunteers were recruited in this study. The mean age was 66.7 in the patient group and 63.84 in the control group. Silent cerebral infarction was established as multiple in 34 (85%) patients and single in 6 (15%) patients. Coronary artery disease was determined in 7 patients in the patient group (1 female, 6 males) and in none in the control group (p= 0.03).
CONCLUSION: Our study showed that coronary artery disease is an important risk factor in patients with silent cerebral infarction. Detection of silent cerebral infarcts are important, as they may lead to examination and treatment of the patients cardiologically.

7.The Effect of Mannitol Treatment on Renal Functions in Acute Stroke
Neslihan Eşkut, Çağla Filiz, Ufuk Şener, Metin Murat Özçelik, Nazif Çalış, Yaşar Zorlu
Pages 102 - 105
AMAÇ: Mannitol intrakraniyal basıncı düşüren bir osmotik diüretiktir. En önemli yan etkisi böbrek fonksiyon bozukluğudur. Bu çalışmada akut inme nedeniyle mannitol tedavisi alan hastalarda böbrek fonksiyonları değerlendirildi.
YÖNTEMLER: Nöroloji yoğun bakım ünitesinde inme tanısı ile izlenen ve beş gün süreyle fraksiyone mannitol tedavisi verilen 122 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların 96’sı iskemik, 26’sı hemorajik inme geçirmişti. Hastaların 58’i erkek, 64’ü kadın; yaş ortalaması 69.9 ± 11.8 (18-91) yıl idi. Tedavi başlanmadan önce, tedavinin ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve onuncu günlerinde ölçülen serum üre, kreatinin ve elektrolit düzeyleri istatistiksel olarak bağımlı iki örneklem t testi yöntemi ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Tedavinin ikinci, üçüncü. dördüncü, beşinci gün ortalama üre ve kreatinin düzeyleri mannitol tedavisi öncesi ortalama üre ve kreatinin düzeylerine göre anlamlı olarak yüksek bulunurken (p< 0.05), ortalama sodyum, potasyum ve klor düzeylerinde değişme saptanmadı. Onuncu günde ise kreatinin düzeylerinin normale döndüğü ancak üre düzeyinde yüksekliğin azalmakla birlikte sürdüğü görüldü.
SONUÇ: Çalışmamız mannitol tedavisi verilen hastalarda böbrek fonksiyonlarının yakın izleminin gerekli olduğu görüşünü desteklemektedir.
OBJECTIVE: Mannitol is an osmotic diuretic agent and reduces intracranial pressure. The most serious side effect of mannitol is kidney dysfunction. In this study, renal functions in acute stroke patients treated with mannitol were evaluated.
METHODS: One hundred and twenty-two patients followed in the neurology intensive care unit with the diagnosis of stroke and treated with fractionated mannitol for 5 days were evaluated retrospectively. Ninety-six patients had ischemic and 26 had hemorrhagic stroke. Mean age was 69.9 ± 11.8 (18-91) years. Serum urea, creatinine and electrolyte levels measured before and on the second, third, fourth, fifth and tenth days of treatment were compared statistically with paired sample t test.
RESULTS: The average urea and creatinine levels on the second, third, fourth and fifth days of treatment were significantly higher than the baseline (p< 0.05). On the other hand, mannitol treatment did not change average sodium, potassium and chlorine levels. The creatinine levels had returned to the normal range on the tenth day of treatment, but the urea levels, although decreased, did not fall to the normal range.
CONCLUSION: Our results support the view that close monitoring of renal function is necessary in patients treated with mannitol.

CASE REPORTS
8.Adult-Onset Leukoencephalopathy with Brain Stem and Spinal Cord Involvement and Normal Lactate: Case Report
Özdem Ertürk, Cengiz Yalçınkaya, Aksel Siva, Marjo S van der Knaap
Pages 106 - 109
Beyin sapı ve medulla spinalis tutulumu ve laktat yüksekliği ile seyreden lökoensefalopati (LBSL); altta yatan genetik defektin belirlenmiş olduğu yeni tanımlanmış bir lökoensefalopati tablosudur. Klinik özelliği yavaş progresif piramidal, serebellar ve arka kordon disfonksiyonu bulgularıdır. Hastalık sıklıkla çocukluk döneminde başlamakla beraber nadir olarak erişkin başlangıçlı olgular da bildirilmiştir. Hastalık ile ilişkili olarak mitokondriyal tRNA sentetazı kodlayan DARS2 geninde mutasyon yeni tanımlanmıştır. Hastalığın manyetik rezonans görütüleme bulguları spesifiktir, nonhomojen serebral ak madde tutulumu ile birlikte, selektif beyin sapı ve medulla spinalis traktuslarının tutulumu tanı koydurucudur. Manyetik rezonans spektroskopi (MRS)’de laktat piki sık görülmekle beraber laktat yüksekliği saptanmayan olgular da bildirilmiştir. Burada MRS’de laktat piki göstermeyen, genetik tanısı teyit edilmiş erişkin bir LBSL hastasının klinik ve radyolojik özellikleri tartışılmıştır.
Leukoencephalopathy with brain stem and spinal cord involvement and high lactate (LBSL) is a recently described leukoencephalopathy with a genetically proven underlying defect. Clinical features are slowly progressive pyramidal, cerebellar and dorsal column dysfunction with childhood or rarely adult onset. The genetic basis of the disease was recently identified, which concerned mutations in the DARS2 gene encoding mitochondrial aspartly-tRNA synthetase. The disease has distinct magnetic resonance imaging findings including inhomogeneous cerebral white matter abnormalities and selective brain stem and spinal cord tract involvement. Additionally, there are usually increased lactate levels on magnetic resonance spectroscopy (MRS) of the abnormal white matter. In this case report, we describe the clinical and radiological features of a patient with genetically proven adult-onset LBSL and normal lactate levels on MRS.

9.Erdheim-Chester Disease Presented with Bilateral Carotid Artery Occlusion: Case Report
Yahya Çelik, Kemal Balcı, Talip Asil, Erdem Tüzün, Mustafa Kemal Hamamcıoğlu, Osman Temizöz, Sait Albayram, Aydın Sav
Pages 110 - 113
Erdheim-Chester hastalığı etyolojisi bilinmeyen sistemik histiyositozisin nadir bir non-Langerhans formudur. Hastalık, musküloskeletal sistem, kardiyak, pulmoner, gastrointestinal ve santral sinir sistemlerini de içeren multipl organ sistemini etkiler. Nörolojik belirtiler ise oldukça seyrektir. Bu yazıda, bilateral kavernöz sinüs infiltrasyonu ve bilateral karotis oklüzyonu bulunan 44 yaşında bir Erdheim- Chester hastası sunulmuştur.
Erdheim-Chester disease is a rare, non-Langerhans form of systemic histiocytosis of unknown etiology. The disease affects multiple organ systems, including musculoskeletal, cardiac, pulmonary, gastrointestinal, and central nervous systems, producing protean manifestations. Neurological manifestations are less frequent. We present a 44-year-old patient with Erdheim-Chester disease who had bilateral carotid artery occlusion and cavernous sinus infiltration.

10.A Case with Bilateral Periventricular Nodular Heterotopia Diagnosed as Depression
Melek Kandemir, Zerrin Pelin, Cem İsmail Küçükali, Nuriye Yılmaz
Pages 114 - 118
Nöronal migrasyon bozukluklarından biri olan periventriküler nodüler heterotopi sık olarak epilepsiye neden olmakta ve kraniyal manyetik rezonans görüntülemesi ile kolaylıkla tanınabilmektedir. Bazen bu hastalarda psikiyatrik şikayetler de eşlik edebilmektedir. Yazımızda emosyonel stresle ortaya çıkan parsiyel nöbetleri somatizasyon olarak değerlendirilerek psikiyatri tarafından 10 yıldır takip edilen ve antidepresan kullanmakta olan 33 yaşında bir kadın hasta sunulmuştur. Elektroensefalografi incelemesi normal olarak bulunan hastanın kraniyal manyetik rezonans incelemesinde bilateral periventriküler nodüler heterotopi saptanmıştır. Karbamazepin tedavisi ile nöbet kontrolü sağlanmıştır. Olgumuzda olduğu gibi beyinde bilateral lezyon olsa bile parsiyel nöbetler görülebilmekte ve nöbet kontrolü sağlanabilmektedir. Somatoform şikayetleri olan hastalardan öykü alınırken yakınmalarının epileptik nöbet olabileceği akılda tutulmalı ve hastalar bu açıdan sorgulanmalıdır.
Periventricular nodular heterotopia is a form of neuronal migration abnormality. Periventricular nodular heterotopia can easily be recognized by cranial magnetic resonance imaging. The most common clinical appearance is epileptic seizures. In some cases, symptoms are accompanied with psychiatric complaints. In this article, we report a 33-year-old female with complaints of left-sided paresthesia induced by emotional stress. She had been followed at an outpatient psychiatry clinic for about 10 years with the diagnosis of somatization disorder. Her electroencephalography recordings -awake as well as during sleep- were found to be normal. The cranial magnetic resonance imaging showed bilateral periventricular nodular heterotopia. Her seizures were controlled with carbamazepine treatment. Partial epileptic seizures might also be observed, even though the cerebral heterotopic lesions are bilateral. When a history is obtained from a patient with somatoform complaints, it should be kept in mind that these symptoms might be seizures, and the patient should be questioned accordingly.

IMAGES IN CLINICAL NEUROLOGY
11.A Case of Eight-and-a-Half Syndrome After Cessation of Heparin Treatment
Caner Feyzi Demir, Hasan Hüseyin Özdemir, Oktay Kapan
Pages 119 - 120
Abstract



 
© Copyright 2023 Turkish Journal of Neurology
Home        |        Contact
LookUs & OnlineMakale